1. Osmanlı Toplum Yapısı
“Toplum hayatının oluşması ve sağlıklı ilerleyebilmesi için Allah insanları farklı kabiliyetlerde yaratmıştı. Her toplum üyesinin, kendi kabiliyeti ve bilgi birikimine göre iş yapması ve emeğine uygun bir gelire sahip olması gerekir. Toplum hayatının uyumlu bir biçimde işleyebilmesi ancak bu yolla sağlanabilir. Diğer bir ifadeyle toplumda yapılan işe göre sınıflandırma gereklidir. İnsanlar, farklı mizaç ve tutumlara sahiptirler. Toplum hayatı için bunlar arasında meydana gelebilecek haksızlıkların önüne geçmek, emniyeti sağlamak ve adalete dayalı bir toplum düzeni kurmak ve bunu sürdürebilmek için bir yönetici güce -devlet gücüne- dolayısıyla bir hükümdara her zaman ihtiyaç duyulmuştur. Osmanlı toplum düzeninin temelini oluşturan ve “hakkaniyet çemberi” olarak adlandırılan anlayışa göre: “Dünya barışı adaletle sağlanabilir; dünya duvarı devlet olan bir bahçedir; devletin düzenleyicisi kanundur. Kanunun koruyucusu mülk (hükümranlık)tür; mülke, yani ülke ve halkı bütünleştirecek devlet kuracak iktidara sahip olmak için sağlam bir ordu gerekir; ordunun bakımı için servete ihtiyaç vardır; bu serveti sağlayabilmek için bolluk ve huzur içinde yaşayan bir halka (raiyyet) sahip olunmalıdır; halkın bolluk ve huzur içinde yaşaması adaletle yönetilmesine bağlıdır.”
Prof. Dr. Bahaeddin YEDİYILDIZ, “Klasik Dönem Osmanlı Toplum Yapısına Genel Bir Bakış”, Türkler Ansiklopedisi, C 10, s. 184-185 (Özetlenmiştir.).
Yukarıdaki metne göre Osmanlı toplum yapısının oluşumunda etken unsurları belirleyerek hakkaniyet çemberini tamamlayınız.
Toplum düzeni ve barışının temeli olarak kabul edilen bu sistemin (hakkaniyet çemberi) sorunsuz işletilmesi düşüncesiyle Osmanlı toplumu askerî (yönetici) ve reaya (yönetilenler) olmak üzere iki büyük sınıfa ayrılmıştı.
a. Yönetenler:
Askerî sınıf, padişahın dinî ve idari yetki tanıdığı her türlü vergi yükümlülüğünden muaf olan devlet görevlilerinden oluşuyordu. Bu sınıfın başında padişah ve saray görevlileri bulunmaktaydi. Müslüman olması şartı aranan yönetici sınıfın üyeleri saray halkı, seyfiye, ilmiye ve kalemiye mensuplarındandı.Saray Halkı:
Osmanlı padişahları üç buçuk asır süresince Fatih’in yaptırdığı Topkapı Sarayı’nda oturdular. Padişah'ın meskeni olan bu sarayda halkla ilişkiler, yabancı devlet temsilcileriyle görüşmeler ve devlet törenleri yapılıyordu.Seyfiye:
Arapça “seyf” kelimesinin anlamı kılıçtır. Bu kelime isim olarak kullanıldığında yönetim görevinde bulunan askerî zümreyi ifade eder. Bu sınıfın tabanını eyaletlerde tımarlı sipahiler, merkezde kapı kulu askerleri teşkil ediyordu. Sadrazam, vezirler, beylerbeyi ve sancak beyleri, kapı kulu zabitleri ve neferleri ile tımarlı sipahiler ve deniz askerleri bu gurubun üyeleriydi. Ayrıca vergi muafiyeti ile kendilerine çeşitli hizmetler yaptırılan muaf ve müsellemler de seyfiyenin diğer üyeleriydi. Kapı kulu askerleri, enderun hizmetlileri, kale muhafızları, subaşıların maaşları (ulûfe) hazineden nakit olarak verilirdi. Tımarlı sipahiler, sancak beyleri, beylerbeyi ve vezirler ise hizmet karşılığı olarak dirlik alırlardı.İlmiye:
Din, adalet ve eğitim-öğretim faaliyetlerinde bulunanlar ve bilginler ilmiye sınıfını oluşturmaktaydı. Şeyhülislam, kadıasker, kadılar, müftüler, müderrisler, imamlar, müezzinler ve medrese öğrencileri bu sınıfın üyeleriydi. İlmiye sınıfı mensupları eğitimin ücretsiz olduğu medreselerde yetişiyordu.
Kalemiye:
Devlet dairelerinde çalışan her seviyedeki idari memurların oluşturduğu üst seviye bürokrat zümre, kalemiye sınıfını oluşturmaktaydı. Defterdar, nişancı, reisülküttap ve divan kâtipleri bu sınıfın üyeleriydi. Müslüman ailelerden seçilen kalemiye üyeleri, çalıştıkları bürolarda, usta-çırak ilişkisi içinde yetiştirilirlerdi. Çıraklar sabahları görevli bulundukları kalemlerde mesleki eğitimlerini görür, öğleden sonra İslami bilgilerini ve genel kültürlerini arttırmak için medreselerde veya büyük camilerde derslere devam ederlerdi. Bunlar yetenek ve başarı durumlarına göre kalfalığa ve ustalığa yükselirlerdi.
b. Yönetilenler:
Tüccar ve Esnaf:
Tüccarlar reayanın en önemli gruplarından biri olup zorunlu tüketim maddelerini alma, taşıma, depolama ve üretim için gerekli malzemeyi teminle ilgileniyorlardı. Başta İstanbul olmak üzere büyük şehirlerin çeşitli ihtiyaçlarını karşılama işini tacirler ve toptancılar üstlenmişti. Rumlar, Yahudiler ve Ermenilerin yanı sıra Türkler de ticaretle uğraşıyorlardı. Osmanlı şehir halkının bir diğer grubu da esnaftı. Mahalli üretim ve ticaret esnaf tarafından yapılmaktaydı. Osmanlı Devleti’nde XVII. yüzyılda iki yüz yirmi beş değişik meslek sahibi yani esnaf vardı. Kâğıtçı, ciltçi, terzi, kürkçü, kalaycı, telci, kılıççı, kalkancı, çadırcı, bıçakçı, iğneci ve berberler bunlardan bazılarıydı. Küçük ticaret erbabından ve zanaatkârlardan oluşan esnaf, hem iş kollarıyla ilgili ham maddeyi işleyerek üretim yapıyor hem de bunların satışıyla meşgul oluyorlardı.
Köylüler:
Osmanlı nüfusunun büyük kısmı köylerde yaşamaktaydı. Tımar beyleri, çiftçi aileleri, mukataa usulüyle toprağı işleyenler, mülk sahipleri, müsellemler ve muaflar köy nüfusunu oluşturmaktaydı. Köylülerin büyük bir bölümü ise “çifthane sistemi” ile devletin kendilerine tahsis ettiği raiyyet çiftliklerini işleten ailelerden oluşmaktaydı. 100–150 dönüm arasında tahsisi yapılan bu çiftlikler satılamaz, hibe olarak verilemez ve vakfedilemezdi. Fakat babadan oğula bir işletme olarak geçerdi. Köylü işlediği bu toprağa karşılık “çift vergisi” öderken ürettiği ürün için de ayrıca vergi öderdi. Hukuken bir dirlik sahibinin reayası olan köylünün temel görevi toprakları işlemekti. Kürekçilik, marangozluk, kuşçuluk, madencilik ve çeltik işleri de köylüler tarafından yapılırdı. Köylerde çiftlik sisteminin korunması ve sürekli denetimin yapılması maksadıyla tımar sahipleri de oturmaktaydı. Ayrıca dizdar, mülazım, hizmetkâr gibi kale görevlileri; þeyh ve fakih gibi din adamları; subaşı, kethüda, çeribaşı ve korucu gibi yerel yöneticiler de köylerde oturmaktaydı.
Göçebeler (Konargöçerler):
Osmanlı toplumunda hayvancılıkla uğraşan göçebeler şehirlerin et, yağ, yoğurt, tereyağı ve peynir ihtiyaçlarının çoğunu karşılarlardı. Hayvan sayısına göre devlete “ağıl resmî” ve otlakların kullanılmasına karşılık “kışlak ve yaylak resmî” öderlerdi. Çok az da olsa tarımla uğraşanlar vardı. Sefer yolları üzerinde bulunanlardan geçici askerî hizmete alınanlar nakliye işlerinde görevlendirilirlerdi. Ayrıca vergi muafiyeti karşılığında yol kavşak ve dağ geçitlerinin korunmasında görev alırlardı. Sahillerde yaşayanlar donanma için malzeme sağlamak ve gemi yapımında çalışmak zorundaydılar. Yeni fethedilen yerlere göçebelerin yerleştirilmesi sonucu Anadolu’da Van Gölü çevresi, Diyarbakır, Maraş ve Sivas arasında Bozok ve Toroslar’da yoğun olarak göçebe nüfusu oluşmuştu.
2. Sosyal Hareketlilik
BUSBECQ’E GÖRE OSMANLI TOPLUMU
Biz huzurda iken büyük bir kalabalık vardı. Bütün hassa alayı, süvariler, sipahiler, gurebalar, ulufeciler, yeniçeriler burada idiler. Bu koca mecliste bulunan herkes haiz olduğu mevkii ve rütbeyi kendi liyakati ile almıştı. Hiç kimse filanın neslinden, falanın soyundan gelmiş olmak dolayısıyla diğerlerinden yüksek bir mevkie çıkamaz. Herkesin vazife ve memuriyeti ne ise ona göre itibar edilir. Bundan dolayı Türkler arasında merasimlerde üstünlük kavgası yoktur. Herkesin ifa ettiği vazifeye göre tayin edilmiş bir mevkii vardır. Herkese sultan bizzat memuriyet ve vazifesini tevcih eder. Bunu yaparken ne zenginliğe ne anadan doğma, babadan gelme asalete bakar ne istirhamlara ne tavsiyelere... Bir namzedin sahip olabileceği nüfuz ve şöhreti hiç nazarı itibara almaz. Yalnız liyakatla dirayete bakar, seciye arar, fikrî kabiliyet ve istidadı düşünür. Türkiye’de herkes kendi mevki ve istikbalinin banisidir. En yüksek mevkilere çıkmış olanlar çoğu zaman çobanlıktan yetişmişlerdir.
G. D. BUSBECQ, Kanuni Devrinde Bir Sefirin Hatıratı (Türk Mektupları), s. 40-41 (Özetlenmiştir.)Osmanlı toplumunda ayrı fonksiyonlara sahip zümrelerin bulundukları görevlerden ayrılmamaları arzu edilmekle birlikte, sınıflar arasında geçişler için bir engel yoktu. Yönetenler sınıfına geçebilmek için devlete ve İslam dinine hizmet ile görevinde başarılı olmak gerekiyordu.
Enderun’da alınan eğitimden sonra askerî sınıfa girilebilir ve genellikle seyfiye içinde en yüksek mevkilere ulaşılabilirdi. Ayrıca medrese öğrenimi görmüş, kabiliyetli ve liyakat sahibi kişiler de adalet, eğitim, din ve sivil bürokraside en üst makamlara gelebilirlerdi. Yönetici sınıfa geçebilmenin en önemli şartı Islahat Fermanı’na kadar “Müslüman olmak”tı. Osmanlı Devleti’nde sınıflar arası geçişe imkân sağlayan bu sisteme dikey hareketlilik denilmekteydi.
Köyden şehre veya bir bölgeden başka bir bölgeye göçerek yerleşme; bulunduğu bölgenin sosyoekonomik yapısını bozmamak şartıyla serbestti. Toplumda yatay hareketlilik olarak adlandırılan bu hareketlerden bir kısmı kendiliğinden gerçekleştiği gibi bir kısmı da devletin imar ve iskân politikasının uygulanması sonucu gerçekleşmekteydi. Yatay hareketliliği teşvik eden uygulamalardan biri de bataklık ve ıssız yerlere vakıf tesisler kurarak o yerlerin şenlendirilmesi ve dolayısıyla bölgenin sosyal ve ekonomik hayatının canlandırılması metoduydu.
Osmanlı Devleti’nin kuruluş ve genişleme döneminde bazı zümreler, kendiliklerinden sürekli batıya doğru göç etmişler, zaviyeler kurarak yerleştikleri bölgeyi imar etmişlerdi. Askerî hareketlerle birlikte buralara gelen oymaklar ve topraksız köylülerin de bu zaviyeler çevresine binalar yapması ve yerleşmesi sonucunda köyler ortaya çıkmıştı.
3. Millet Sistemi
Osmanlı padişahlarına ait fermanlardan hareketle Osmanlı toplumu ile ilgili hangi çıkarımlarda bulunabilirsiniz?
Osmanlı toplumunun büyük bölümünü Türkler oluşturmasına rağmen toplumun diğer unsurları Rum, Ermeni, Yahudi, Rumen, Slav ve Araplardı. Devlet, toplum yapısını şekillendirirken din temeline dayalı bir model uyguladı. Osmanlı Devleti’nin ülkede yaşayan toplulukları din ya da mezhep esasına göre örgütleyerek yönetme biçimine “millet sistemi” deniliyordu. Devlet, her inanç topluluğunu kendi içinde serbest bırakarak onlara belirli bir özerklik tanımıştı. Osmanlı toplumunda Türk, Arap, Acem, Boşnak ve Arnavutlar, Müslüman çoğunluğu oluştururken Ortodoks, Ermeni ve Yahudiler diğer üç temel millet olarak kabul ediliyordu.
Sayı bakımından en kalabalık olan Ortodoksların dinî ve idari merkezleri Fener Patrikhanesi’ydi. Ortodoksların büyük kesimi Rum olduğu için bu patrikhaneye Rum Patrikhanesi de denirdi. Eflak-Boğdan halkı, Karadağ, Sırp ve Bulgarlar da bu kiliseye bağlıydı.
Osmanlı toplumu içinde ayrı bir statüsü olan diğer Hristiyan millet de Ermenilerdi. Bunlar Hz. İsa’nın tek bir doğası olduğunu savunan “monofizit” denilen bir öğretiye sahiptiler. Fatih, İstanbul’un fethinden sonra Bursa’daki başpiskoposu İstanbul’a getirdi. Onu Ermeni Kilisesi Patriği tayin ederek Rum Patriği ve Hahambaşı ile eşit yetkiler verdi. XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Ermeniler arasında Katolik ve Protestanlığı benimseyenler de oldu.
Osmanlı toplumunda yer alan dinî gruplardan bir diğeri de Museviler olup daha çok İstanbul, İzmir, Selanik gibi liman şehirlerinde; Bağdat, Halep gibi nüfusu kalabalık olan yerlerde oturuyorlardı. Ayrıca İspanya, Polonya, Avusturya ve Bohemya’da karşılaştıkları kötü muamele nedeniyle Yahudiler Osmanlı ülkesine yerleşti. Bunun dışında sayıları az olmakla birlikte Süryani, Nasturi, Yakubi ve Maruni gibi Hristiyan kiliseleri de vardı.
4. Osmanlı Ailesi
KINALIZADE’YE GÖRE OSMANLI AİLESİ
Aile, anne, baba, çocuklardan oluşur. Aile reisi olan baba, idare sanatını bilen iyi bir yönetici ve doktor gibi olmak zorundadır. İnsan, ticaret, ziraat ve zanaat yollarından birinde çalışarak mal kazanmalı, bunun gerektiği kadarını da harcamasını bilmelidir. Hayatını devam ettirecek kadar yiyecek ve giyecek temin etmelidir. Mal hayatın rahatlığı içindir, yoksa hayat mal toplamak için deðil.
Kadın sağlıklı, iffetli ve evi korumada kudretli ve yeterli olmalıdır. Erkek, eşinin üzerine başka kadın ve cariye almamalıdır; “Erkek evde tendeki can gibidir. İki bedende bir can olamayacağı gibi, iki evin düzenini de bir erkek sağlayamaz.”
Dr. Ayşe Sıdıka OKTAY, Kınalızade Ali Efendi ve Ahlak-ı Alai, s. 322-353 (Özetlenmiştir.).Osmanlı ailesinin temel yapısını İslam hukuku ve Türk töresi şekillendiriyordu. Aile, devlet müdahalesinden uzak özel bir kurumdu. Kendi iradesiyle veya ailelerine danışarak evlenmeye karar veren kişilerin bizzat ya da taraflardan birinin veya her ikisinin kadıya başvurusu ile evlenme işlemleri başlardı. Şahitlerin huzurunda evlenmek istediklerini beyan eden tarafların nikâhları kıyılır ve akdin kadı defterine kaydedilmesi ile evlilik gerçekleşirdi. Köylerde ise nikâh imam tarafından kıyılırdı. Bazı gayrimüslimler de evlenmede bu yöntemi izlemişlerdi.
Osmanlı toplumunda düğün töreni geleneğe uygun olarak önce kız evinde kadın davetlilerin toplanması ile başlardı. Kadınlar kendi aralarında sohbet eder, eğlenirlerdi. Daha sonra damadın davetlileri ile kız evinden gelin almak için “düğün alayı” yapılırdı. Bu sırada damat evinde yemekler hazırlanırdı. Bütün davetlilerin damat evine gelmesiyle düğün eğlenceleri başlardı.
Erkek evlenirken kıza “mehir” denilen bir nikâh bedeli veriyordu. İslam dini, mehri kız lehine düzenlemiş, bunun tamamen ona ait olduğu, başkasının hiçbir hakkı olmadığı prensibini getirmişti. Evlilikte İslam hukukuna göre mal ayrılığı rejimi esastı. Tek eşliliğin hâkim olduğu Osmanlı ailesi genellikle karı-koca ve çocuklardan ibaretti. Kasaba ve şehirlerde büyük aile tiplerine de rastlanılmaktaydı.
Osmanlı toplumunda doğum ve ölüm sadece aileyi ilgilendiren olay olarak görülmezdi. Doğum, mahallelinin de katıldığı geleneksel tören hâlinde kutlanırdı. Vefat eden kişi, aile, akraba ve mahalle sakinlerinin katılımıyla defnedilir, cenazenin ardından dua edilip cenaze yemeği verilirdi.
5. Sosyal Yardımlaşma
AHİ TEŞKİLATI
Antalya’ya geleli henüz iki gün olmuştu ki ahilerin biri gelerek yanımızdaki şeyh ile konuştu. Ne konuşulduğunu şeyhe sorduğumda: “Seni ve arkadaşlarını yemeğe davet ediyor.” dedi. Hayrete düştüm ama o an için teklifi de kabul etmek zorunda kaldım. Ahi çıkıp gittikten sonra şeyhe, “Görünen o ki bu adam fakirdir. Bizi ağırlamaya gücü yetmez. Kendisini rahatsız etmek istemeyiz.” dedim. Bunun üzerine şeyh tebessüm etti ve “Bu konuda tereddüt etmene hiç gerek yok. Seni davet eden kişi ahilerin reislerinden biridir. Kendisi kunduracıdır ve cömertliğiyle tanınmıştır. Yöredeki sanat sahiplerinden aşağı yukarı iki yüz arkadaşı vardır. Bunlar onu reis seçtiler ve bir zaviye inşa ettiler. Şimdi gündüz kazandıklarını geceleri sarf etmektedirler.”
İbn-i Batuta, Büyük Dünya Seyahatnamesi, s. 204-205 (Özetlenmiştir.).
Osmanlı Devleti’nin kurulduğu yıllarda Anadolu’da Ahi birlikleri toplumsal yardımlaşma ve dayanışmada önemli rol oynamışlardır. Ahiler; şehir ve kasabalarda faaliyet gösteren teşkilat olup sosyal yardımlaşmanın dışında, topluma zarar veren kişi ve kuruluşları da ıslah etmiştir.
VAKFiYE
Doğanşah oğlu Şemsüddin Ahi Ahmet Hakkın rızasına uyup sevabını isteyerek Kur’an-ı Kerim’in emirlerine gönül bağlayarak Niksar şehrine bağlý Fidi Köyü’nün tamamını vakıf ve sadaka etti.
Fidi Köyü’nün hasılatının üçte biri Fidi Köyü’ne, üçte biri Niksar’daki zaviyeye, geri kalan üçte biri de mütevelliye verilecektir. Hayatta kaldığı müddetçe kendisi, kendisi öldükten sonra nesilleri devam ettikçe evlatları bu vakfın mütevellileri olacaklardır. Vakfedilen topraklar hiç bir sebep ve bahane ile satılamaz, bağışlanamaz, rehin edilemez, üç seneden fazla icara verilemez ve mülk olamaz. Dünya, varislerin hayırlısı olan Allah’a kalıncaya kadar kimseye miras kalamaz. Mütevelli, fakih, vali, hâkim, kadı ve sultandan Allah’a ve Ahiret gününe iman eden bir kimse bu hükmü bozamaz.
Bu vakfiye 690 yılı şevval ayının ortasında yazıldı. Vakfiyenin sonunda onun doğruluğuna şahitlik edenler:
Alioğlu Ahmed, İmamoğlu Hüseyin, Muhtesip Ahmet oğlu Mehmet, Hafız Mahmut oğlu Murat, Yusuf oğlu Ahmet, Ahmet oğlu İsa oğlu Mehmet, Kazvinli Ömer oğlu Ebulfazıl, İsmailoğlu Ali, Hüseyin oğlu Yusuf.
www.ankara.edu.trMetinden vakıflar hakkında hangi çıkarımlara ulaşabilirsiniz?
Osmanlılar Döneminde en önemli sosyal yardım kuruluşu vakıflardır. Uygurlar zamanında başlayan vakıf geleneği Türklerin İslamiyet’i kabul etmelerinden sonra dinî bir özellik kazanarak devam etti. Vakıf; bir malı, menfaati kamuya bırakılmak üzere özel mülkiyetten çıkartmaktır. Vakıflar; hayır yapmak, topluma faydalı olmak, dinî ihtiyaçları gidermek; sağlık, kültür ve bayındırlık alanlarında toplumun ihtiyaçlarını karşılamak, toplumun kültür ve sanat düzeyini yükseltmek amacıyla kurulmuştu. Bunlardan başka Türk kültürünün yeni fethedilen topraklarda yerleşmesi ve yayılması, sınırlar dışında yaşayan Türklerin Anadolu’ya gelişlerinde kolaylık sağlanması amaçlarına yönelik vakıflar da kurulmuştur.
Vakfın kurucusu, kuruluşun şartlarını belirleyen vakfiyeyi belde kadısı ve şahitlerin huzurunda düzenlerdi. Mütevelli adı verilen yönetici tarafından idare edilen vakfın kuruluş sebepleri ortadan kalkmadıkça varlığı devam ederdi. Vakıflar yoluyla cami, mescit, mektep, kütüphane, çeşme, yol, köprü, imaret, hastaneler inşa edilerek işletilmişti. Böylece vakıflar aracılığı ile eğitim, din, sosyal ve bayındırlık hizmetleri görülmüştü. Osmanlı Devleti’nde vakıfların bir diğer türü de “avarız” vakıflarıydı. Bu vakıflar avarız vergilerini ödeyen, mahalle, köy ve esnaf teşekküllerinin ihtiyaçlarını karşılayan, yerleşim birimlerinde bulunan cami, mescit , su yolları gibi yapıların bakım ve onarımını gerçekleştiren vakıf binalarında çalışan görevlilerin ücret ve maaşlarını ödeyen yardımlaşma kurumlarıydı.
Vakıf müessesi Osmanlı toplum hayatında; iskân, istikrar, şehircilik, eğitim, kültür, sosyal hizmet ve ekonomik açılardan önemli rol oynamıştır. Bu sistem sayesinde ülke zenginlikleri paylaşılmış ve adil devlet yönetimi tesis edilmiştir.
Toplumda kadın, çocuk ve yaşlıların korunması ve özürlülerin bakımı vakıflar aracılığı ile gerçekleşmekteydi. Özellikle “avarız vakıfları”, mahalle veya köylerde hastalananların tedavisi, hastalık nedeniyle çalışamayanların bakımları ile kimsesizlerin ve yetimlerin korunmasını amaç edinmişti.
6. Toplumsal Yaşantı
a. Saray:
Osmanlı Devleti’nde Fatih Sultan Mehmet zamanından Sultan Abdülmecit’e kadar 380 yıl devletin idare merkezi ve padişahların resmî ikametgâhı olan Topkapı Sarayı harem, birun ve enderun bölümlerinden oluşmaktaydı. Mütevazi bir yaşantının hüküm sürdüğü sarayda günlük hayatı İslam dininin kuralları ve sarayın kendi gelenekleri şekillendirmekteydi.
Padişahın ailesi ile birlikte özel hayatını yaşadığı bölüm haremdi. Padişahın annesi, eşleri, çocukları ve onların hizmetlerini yapacak dadı, sütanne, kalfa ve cariyeler bu bölümde yaşardı. Çocuklar okuma çağına gelince kendisine hoca atanır ve törenle derse başlanırdı. Bu çocuklara Kur’an, okuma yazma, Arapça, Farsça, Türkçe, matematik, tarih, coğrafya dersleri verilirdi.
Haremde padişah ve ailesi dışında beş altı yaşlarında iken buraya alınan cariyeler de yer alır ve eğitilirdi. Disipline dayalı temel değerleri eğitim veren haremde, cariyelere 6-20 kişilik gruplar hâlinde özel hocalar tarafından okuma yazma ve sarayın görgü kuralları öğretilirdi. Ayrıca kopuz, keman, kanun, ney, def, tambur, çalpare, çöğür, musikar gibi müzik aletlerini kullanma becerisine yönelik çalışmalar da yapılırdı. Dikiş dikmek, dantela ve örgü de günlük işler arasındaydı.
b. Şehir:
Müslüman halkın gündelik hayatı sabah namazıyla başlar akşam namazı ile sona ererdi. Haftalık dinlenme günü ilk dönemlerde perşembe iken sonraları cuma olarak belirlendi. Bayramlar ile diğer bazı panayır ve şenlikler de yıllık “dinlenme günleri” olarak değerlendirilirdi.
Osmanlı toplumunda gündelik işlerden sayılan yemek, az masraflı ve çabuk hazırlanan türdendi. Sofrada bir iki çeşit yemek olduğunda bununla yetinilirdi. Pirinç, koyun eti, sebze çok tüketilirdi. Süt mamulleri, özellikle yoğurt önemli gıdalardandı. İçecek olarak en çok boza, müselles, pekmez, bal suyu gibi şerbetler tüketilirdi. Yemekler bir sini üzerine konan kalaylı tas ve sahanlarda, porselen ya da pişmiş topraktan çanaklarda yenirdi. İstanbul’da Eyüp semtinde bulunan ünlü kaymakçı dükkânları önemli sohbet yerleriydi. İlk defa İstanbul’da 1554’te açılan kahvehane, kısa zamanda birçok şehirde moda olmuş, sohbet yerleri hâline gelmiştir.
Şehrin belli yerlerinde bulunan iş yerlerine yaya gidilirdi. Dükkânlar hem imalathane hem de satış yeriydi. Ticaret kervanlarıyla gelen mallar önce büyük hanlarda depolanır, esnafa dağıtımı buradan yapılırdı. Osmanlı şehirlerinde akşam olunca iş yerlerinin bulunduğu mahalleler gece bekçilerine terk edilerek gün batmadan eve dönülüyordu. Akşam yemeği ve yatsı namazından sonra hayat duruyor ve dinlenme saati başlıyordu.
Şehirlerde yaşayanlar çeşitli nedenlerle eğlenceler düzenlerlerdi. Padişahların tahta çıkmaları, dinî bayramlar, Ramazan ayı, şehzade sünnetleri, sünnet düğünleri ve hıdırellez bu eğlenceler için birer fırsat olarak değerlendirilirdi. Müslüman olmayan halk da kendi geleneklerine göre eğlenirdi. Büyük yerleşim yerlerinde halkın gezmesi ve eğlenmesi için ayrılmış; içinde çayırlar, akarsu ve ağaçlıklar bulunan mesire yerleri mevcuttu.
Osmanlı toplumunda kadın aile içi düzenin sağlanması ve çocukların eğitiminden sorumluydu. Bu dönemde ekonomik faaliyetlere pek katılmayan kadın toplumda anne olarak saygı görürdü.
c. Köy:
Osmanlı ülkesinde dağınık olan köylerin birçoğu beş altı haneden oluşuyordu. Dört, beş yüz hanelik yerler kasaba sayılıyor ama buralarda da köy hayatı yaşanıyordu. Birbirinden ayrı Müslüman ve Hristiyan köyler olduğu gibi karışık olanlar da vardı. Bu köylerde halk, cami bazen zaviye ya da kilisenin etrafında karşılıklı hoşgörü içinde yaşıyorlardı.
Köylerde yaşayanların temel uğraşısı tarımdı. Yörenin coğrafi ve iklim özelliklerine göre; buğday, arpa, yulaf, mısır, pirinç, meyve ve sebze gibi çeşitli ürünler yetiştirilirdi. Tarımı destekleyen en önemli unsur hayvancılık olduğu için öküz ve manda gibi hayvanlar beslenirdi. Bunların yanı sıra at, eşek, inek, tavuk ve keçi de beslenirdi.
Köy halkı gıdasını beslediği hayvanlarından ve ziraatttan temin ederdi. Beslenmede süt, yoğurt, çeşitli peynir, hububat, yaş veya kuru meyveler, koyun eti, bal, ceviz vb. besinler en önemli yer tutardı.
Bölgesine göre değişik malzemelerden inşa edilen evlerin döşemesi üzerine kilimler, halılar veya keçeler serilirdi. Ahır genellikle, evlerin altında veya yanındaydı. Isınmak için mutfağın ocağında odun veya tezek yakılırdı. Mobilya bulunmayan evlerde elbiseler için deri çanta veya ağaç sandıklar kullanılırdı. Hububat, et ve kuru meyveler gibi gıda maddeleri ise ambarlarda veya küplerde korunurdu. Köylüler kendi gereksinimi dışında kalan bahçe ve tarla ürünlerini satarak veya takas ederek aile bütçelerine katkı sağlardı.
Cuma günlerinde olduğu gibi Ramazan ve Kurban bayramlarında da camisi olan merkezî köylerde şenlikler yapılırdı. Bütün ülkede baharın gelişi de bayram havası içinde karşılanırdı. Her bölge kendi mahalli örf ve âdetlerine göre oyunlar oynar ve şarkılar söylerdi.
ç. Göçebeler (Konargöçerler):
Göçebeler hayatlarını yaylak ve kışlak arasında sürdürüyorlardı. Bunlar at, koyun, keçi, katır ve deve besliyorlardı. Bir yere yerleşecekleri zaman çadırlarını yazın genellikle köy, harabe veya eski iskân mahalleri yakınına, kışın ise kasaba çevrelerine kurarlardı. İlk Türk toplumlarında kullanılan çadır (yurt) göçebeler tarafından da kullanılmaktaydı. Bu çadırlar çok çabuk kurulup kaldırılabilir nitelikteydi
Göçebelerin hareketli bir hayat sürmelerinden dolayı at ve deve gibi o günün ulaşım ve taşıma vasıtaları günlük yaşamlarında önemli bir rol oynuyordu. Kışlakla yaylak arasında gidip gelmekle bir yılını geçiren halk, bakımıyla meşgul olduğu hayvanlarının kılından çadırlar dokur, yününden de elbise yapar ve dikerlerdi. Bunun dışında halı, çuval, heybe, çul ve kilim de dokurlardı.
Bazı yiyecekler besledikleri hayvanların etinden ve sütünden üretilirdi. Göçebeler mevsimlik uzun yolculukları sırasında konakladıkları yerlere yakın pazarlarda hayvancılığa dayalı yoğurt, yağ, peynir, yapağı gibi ürünlerini satıyor veya takas ediyorlardı.